25.07.2017 Tari̇hli̇ Anayasa Mahkemesi̇ Kararı Işığında Devleti̇n Tapu Si̇ci̇li̇ni̇n Tutulmasından Kaynaklı Sorumluluğunda Zamanaşımı

Yazar: Av. Ali Güvenç KİRAZ

Tarih: April 11, 2018

Türk Medenî Kanunu’nun 1007 nci (eski M.K. 917.md.) maddesi gereğince; “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.

Bu dava mülkün kendisini talep etmeye hukuken imkan bulunmayan hallerde (tapu siciline güven ilkesi), mülkün kendisini geri almaya yönelik bir dava değil; mülkün değeri karşılığında parasal tazmin talep etmeye olanak sağlayan bir davadır.

18.11.2009 tarihine kadar bu kural sadece tapu müdürlüğünde yapılan işlemler sırasında tapu memurunun yaptığı hatalardan kaynaklanan zararların giderilmesi/tazmini açısından uygulanabileceği şeklinde yorumlanırken; 18.11.2009 tarihli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2009/4-383 Esas 2009/517 Karar sayılı kararı ile bu kural, tapu kütüğünün oluşumu, diğer bir ifadeyle kadastro görevlilerinin dayanaksız ya da gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını, yani tapu sicilinin dayanağını teşkil eden kadastro tespitiyle ilgili işlemleri de kapsadığı şeklinde yorumlanmış ve bu uygulama istikrar kazanmıştır.

Ancak Yargıtay HGK’nun bu kararı sadece 18.11.2009 tarihine kadar 10 yıllık zamanaşımı süresi dolmamış zararlar açısından uygulanabilmekteydi. Çünkü bu karar öncesinde dava açılsa bile 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolmuş olması sebebiyle davaları kazanmak mümkün olamıyordu. Dolayısıyla bu karar 18.11.2009 tarihine kadar 10 yıllık zamanaşımı süresi dolmayan durumlar için anlam ifade ediyordu.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen olayda; Taşınmaz 1947 yılında yapılan orman tahdidi sırasında orman içerisinde kalmış, 1952 yılında 5653 sayılı Yasa’ya göre maki tefriki kapsamı içerisinde makilik alan olarak belirlenmiştir. 08.11.1963 tarihinde şahıslar adına senetsizden tescil edilmiş, Hazine tespite itiraz etmemiştir. Daha sonra 1977-1978 yıllarında davacı kooperatife tapudan satılıp kooperatif adına tescil edilmiştir. Kooperatifin taşınmazları satın aldığı tarihte tapu kaydının beyanlar hanesinde “taşınmazların ormandan 6831 sayılı Yasa’nın 2/B maddesi uyarınca çıkartıldığına ilişkin şerh yoktur.

1989 yılında taşınmaz 3302 sayılı Yasa kapsamında 6831 sayılı Yasa’nın değişik 2/B uygulaması yapılarak Hazine adına orman dışına çıkartılmıştır. Davacı taraf taşınmazları 1977 ve 1978 yılında tapudan satın alırken de, Hazine’ce dava konusu taşınmazlar üzerine taşınmazların orman olduğu ya da ormandan Hazine adına makilik alan olarak çıkartıldığı yönünde tapuya herhangi bir şerh konulmamıştır. Bu arada, taşınmazlar 1981 yılında ifraz edilip 36 ayrı parsele dönüştürülme ve 1989 yılında taşınmazların orman dışına çıkartılma işleminden sonra davalı Hazine tarafından taşınmazlar üzerinde hiçbir işlem yapılmamış, 1993 yılında ifrazlı parsellerin imar görmesinden sonra, 07.02.1995 tarihinde taşınmazların imarlı gittilerine ormandan çıkartıldığı şerhini koydurmuştur. Aynı yıl Altıncı Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1999/1267 Esas sayılı dosyasında, taşınmazın evveliyatının orman olduğu ve Hazine adına orman dışına çıkarılması gerektiği, dolayısı ile kooperatif adına oluşturulan kaydın yolsuz olduğu iddiasıyla tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava sonunda 10.07.2001 gün ve 2001/858 Karar sayılı ilamla kooperatif adına olan kaydın iptali ile Hazine adına tesciline karar verilmiş, bu karar 08.04.2002 tarihinde Yargıtay onayından geçerek kesinleşmiştir. Davacı, bu mahkeme kararı ile elinden çıkan tapu kayıtları nedeniyle zarara uğradığını, bu zararının doğmasına kadastro işlemlerine Hazine’nin zamanında itiraz etmemesi ve mahkeme kararının yol açtığını iddia ederek dava açmıştır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu hükmünde;

Tapu işlemleri kadastro tespiti işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğundan ve tapu kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan hatalardan TMK 1007 anlamında Devletin sorumlu olduğunun kabulü gerekir. Burada Devletin sorumluluğu kusursuz sorumluluktur. Kusursuz sorumluluk tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni hakların yanlış tescili sonucu değişmesi ya da yitirilmesi ile bu haklardan yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü sicillerin doğru tutulmasını üstlenen ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan zararları da ödemekle yükümlüdür. Bu itibarla, kadastro görevlilerinin dayanaksız ya da gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da aynı kapsamda düşünmek gerekir.

Bilindiği üzere, AİHM, 8 Temmuz 2008 tarihli ihlal kararında, başvuranların tapuları iptal edilinceye ve Hazine adına tescil edilinceye kadar, taşınmazların hukuken maliki olduklarını ve mülkiyet haklarının tartışmasız delilini teşkil eden sicile güven ilkesinden yararlandıklarını, mülkiyet hakkından, kamu yararı bulunması nedeniyle mahkeme kararıyla mahrum kaldıklarını, ancak, Devlet tarafından tazminat ödenmeksizin taşınmazın geri alınmasının orantısız bir müdahale olduğunu ve söz konusu davada tazminat ödememeyi gerektirecek istisnai şartların bulunmadığını kaydederek, kamu yararı ile bireysel haklar arasındaki adil dengenin kurulamadığı gerekçesiyle AİHS’e ek 1 No/lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Benzer konudaki 2 Haziran 2009 tarihli ve 343/04 başvuru nolu Hacısalihoğlu-Türkiye kararında da yine aynı sonuca ulaşmıştır.

AİHM, 13 Ekim 2009 tarihinde adil tatmine ilişkin kararını açıklamıştır. Söz konusu kararda, başvuranların mülklerinden bir yargı kararıyla yoksun bırakıldıkları tespitine yer verilmiştir. AİHM, başvuranlara uygulanan yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın ve ormanların korunması amacının 1 No.’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğine dikkat çekmekle birlikte, mülkiyetten yoksun bırakma halinde, ihtilaf konusu tedbirin arzu edilen dengeye riayet edip etmediğinin ve bilhassa da başvuranlara orantısız bir yük yükleyip yüklemediğinin belirlenmesi için, iç hukukta öngörülen telafi yöntemlerinin dikkate alınması gerektiğini hatırlatmıştır. Bu çerçevede AİHM, mülkün değerine karşılık gelen makul bir meblağın ödenmemesi durumunda mülkten mahrum bırakmanın aşırı bir müdahale teşkil edeceğini ve hiçbir tazminat ödenmemesi durumunun ise 1 No.’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi anlamında ancak istisnai koşullarda meşruiyet kazanabileceğini ve mevcut davada mülklerinin Hazine’ye devredilmesi nedeniyle başvuranlara hiçbir tazminat ödenilmediğini ifade etmiştir.

İstikrarlı Yargıtay uygulamasında kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığı gerekçesi ile taşınmazlar hakkında açılan tapu iptali ve tescil davaları sonunda mülkiyet haklarından mahrum kalanlar tarafından Devlet aleyhine açılan davaların da, adli yargı yerinde görülüp çözümlenmesi gerektiği kabul edilmektedir.

Sonuç itibariyle; davacının, Devletin kusursuz sorumluluğundan kaynaklanan bir zararının oluştuğu ve bu zararın tazminini Devletten isteyebileceği, Devletin kadastro işlemlerinden kaynaklanan sorumluluğununda TMK’nın 1007. maddesi kapsamında olması gerektiği, bu nedenle görülmekte olan davanın adli yargıda bakılması gerektiği sonucuna varılmıştır.

Bu kararı ile Yargıtay devletin kusursuz sorumluluğu ilkesi gereğince sadece tapu sicilinin tutulmasından kaynaklı sorumluluğu değil tapu sicili ve kadastro tespiti işlemlerini de birbiri ile bağlantılı işlemler olarak görerek burada meydana gelen hataları da TMK 1007.maddesi kapsamında değerlendirmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun bu kararı ile TBK 146.maddesinde mevcut zamanaşımı konusunda genel 10 yıllık süreye ilişkin genişletici bir değerlendirme yapmamış ve zamanaşımı konusu mevcut hali ile korunmuştur.

29.09.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan ve 25.07.2017 Karar tarih 2014/6673 Başvuru Numaralı dosya ile Anayasa Mahkemesi; 2009 yılında Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun TMK 1007.maddesi kapsamında tapu sicilinin tutulmasından devletin sorumluluğuna ilişkin yapmış olduğu genişletmede tapu ve kadastro işlemlerinin birlikte değerlendirilmesi gerekliliğine ilişkin genişletici yorumuna ek olarak TBK 146.madde ile 10 yıllık süre ile sınırlandıran genel ilkesini değiştiren çok önemli bir karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin Çoban Kararı olarak adlandırılabilecek bu kararına esas olay;

Antalya ili merkez Zeytinköy’de (Çamköy) bulunan, Nisan 1320 ve Nisan 1325 tarihli kayıtlara göre 2.000 dönüm (1.838.000 m²) büyüklüğünde olan taşınmaza ilişkin olarak Antalya Sulh Hukuk Mahkemesinde açılan ve Hazinenin taraf olmadığı izaleişüyu davasında Mahkemece 11/1/1940 tarihli kararla taşınmazın büyüklüğü artırılarak tapu kayıtlarının kapsadığı alan 22.201.202 m² olarak belirlenmiş ve hisseleri oranında sahipleri taşınmazın adına tesciline karar verilmiştir.

12. 22.012.202 m² büyüklüğündeki taşınmaz, Antalya Satış Memurluğunun 1944/2 sayılı satış dosyası ve açık arttırma suretiyle 13/4/1944 tarihli tapu kaydıyla K.K. ve H.Ü.ye satılmıştır.

Bahsedilen taşınmaz 1946 yılında, 18/2/1937 tarihli ve 3116 sayılı mülga Orman Kanunu’na göre yapılan orman tahdidinde orman sınırları içinde kalmıştır. Başvurucuya ait olduğu iddia edilen taşınmazı da kapsayan bölge 1964 yılında yapılan orman tapulaması (kadastrosu) sırasında orman sınırı içinde bulunduğundan tapulama dışı bırakılmıştır. 1975 yılında Orman Kadastro Komisyonunca 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesi uygulamasıyla (2/B olarak adlandırılanuygulama) taşınmazın bulunduğu saha, Hazine adına orman dışına çıkarılarak 4 numaralı orman kadastro parseli içinde kalmıştır. Bu uygulamaya herhangi bir itirazda bulunulmaması üzerine uygulama 20/10/1976 tarihinde kesinleşmiştir. Bu arada K.K. ve H.Ü. 1965 yılında taşınmazı ifraz ettirmiş ve muhtelif kişilere satmışlardır. Taşınmazın 5.000 m²lik bölümü 21/3/1974 tarihli tapu kaydıyla fundalık olarak başvurucuya satılmıştır. 1980 yılında yapılan kadastro çalışmasında başvurucunun da hissesinin bulunduğunu iddia ettiği taşınmaz, makilik niteliğiyle 229 numaralı parsel olarak Maliye Hazinesi adına tespit edilmiştir. Kadastro çalışmaları sırasında bu tapu kaydının yaklaşık 3.931.926 m² civarı bir alana uygulandığı saptanmıştır. Tapulama Komisyonuna yapılan itirazlar 2/6/1981 tarihli Komisyon kararıyla reddedilmiştir.

Kadastro tespitine itiraz olarak açılan davanın tarafı bulunmayan başvurucu, yukarıda değinilen kararın kesinleşmesinden sonra tapu siciline güvenerek aldığı taşınmazın Hazine adına kaydı nedeniyle zarara uğradığını ileri sürmek suretiyle 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1007. maddesine dayanarak 26/6/2009 tarihinde Antalya 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) tazminat davası açmıştır. Mahkeme 8/5/2012 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Mahkeme, Kadastro Mahkemesi kararına atıfta bulunarak başvurucunun satın aldığı tapu kayıtlarının 229 numaralı parsele ait olduğu iddiasının Kadastro Mahkemesince reddedildiğini hatırlatmıştır. Mahkeme; tapu maliklerine, dayanılan tapu kayıtlarının miktarından daha fazla yer verildiğini ve davacılar adına mevcut kayıtların 229 numaralı parsel dışında çok sayıda parsele revizyon gördüğünü ifade etmiştir. Mahkeme, dava dilekçesinde belirtilen hususların tapu kaydının yanlış tutulmasından kaynaklanmadığı sonucuna ulaşmıştır. Mahkeme ayrıca başvurucunun kadastro öncesi satın aldığı tapu kayıtları hangi kadastral parsellere uygulanmış ise yasal süresi içinde o parsellerin tespit malikleri aleyhine talepte bulunabileceği hususunu kararında işlemiştir. Kararın temyizi üzerine Yargıtay 5. Hukuk Dairesi (Daire) 17/6/2013 tarihli kararıyla Mahkeme kararını farklı bir gerekçeyle onamıştır. Daire, 4721 sayılı Kanun’un 1007. maddesi uyarınca devletin kusursuz sorumluluğu nedeniyle açılacak tazminat davalarının 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 125. maddesi gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabi olduğunu belirtmiştir. Başvurucunun 1980 yılında Hazine adına yapılan tespite karşı Kadastro Mahkemesinde açılan davanın tarafı olmadığını anımsatan Daire, davanın on yıllık zamanaşımı süresi içinde açılmadığını tespit etmiş ve bu gerekçeyle Mahkeme kararının sonucu itibarıyla doğru olduğunu ifade etmiştir.

Anayasa Mahkemesi Kararı ile; Karar devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğunda zamanaşımı sorununa ilişkin bir karardır.

Anayasa Mahkemesi Çoban Kararı’nda, 18.11.2009 tarihinden önceki Yargıtay uygulamasında tapu siciline dayanak kadastro işlemlerinde yapılan hataların Türk Medeni Kanunu’nun 1007. maddesi kapsamında değerlendirilmemesi sebebiyle, Türk hukuk sisteminde 18.11.2009 tarihi öncesi itibariyle kadastro sırasında yapılan hatalardan dolayı zarar görenlerin tazminat talep etmesi ve zarar görenler yararına tazminata hükmolunması açısından etkili ve elverişli bir yol bulunmadığından, zamanaşımı süresinin mülkiyetin kaybedildiği tarihte başladığının ve buna bağlı olarak 18.11.2009 tarihinden önce Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125 ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunu kabul etmenin, zarar görenler yönünden 18.11.2009 tarihinden sonra ortaya çıkan hukuki yolu anlamsız hale getireceği ve zarar görenlerin o tarihte bulunmayan bir hukuksal yolu tüketmelerinin gerektiğini kabul etmek gibi yerine getirilme olasılığı bulunmayan bir külfet yüklemek olacağını,18.11.2009 tarihinden önce 10 yıllık zamanaşımı süresi dolmuş olan hatalar açısından 18.11.2009 tarihinden itibaren dava açmak imkanı oluştuğundan, bu tarihten itibaren zamanaşımı süresinin hesaplanması gerektiğini , aksi takdirde Anayasanın 36. maddesinde öngörülmüş olan mahkemeye erişim hakkının/hak arama özgürlüğünün ihlal edilmiş olacağını belirtilmiştir.

Anayasa Mahkemesi Kararının Kapsam ve Sonuçları :

Bu karar sadece, kadastro tespitiyle ilgili işlemler yönünden yapılan hatalardan kaynaklanan zararları kapsamakta; tapuda yapılan işlemler sırasında tapu memurunun yaptığı hatalardan kaynaklanan zararları kapsamamaktadır.

Görüldüğü üzere Anayasa Mahkemesi zamanaşımı sorunu açısından ikili bir ayrım yapmıştır.

1. Ayrım: 18.11.2009 tarihinden önce 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu kadastro tespitinden kaynaklanan hatalardan doğan zararlar açısından zamanaşımı süresinin 18.11.2009 tarihinden itibaren hesaplanması gerektiğini kabul etmiştir.

2. Ayrım: 18.11.2009 tarihinden sonra 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu durumlar açısından bu kararın uygulanması olanaklı değildir. Çünkü bu durumda 18.11.2009 tarihinden sonra bu dava açılabilecekken bu tarihten sonra davanın açılmayıp 10 yıllık zamanaşımı süresinin geçirilmiş olması; farklı bir ifadeyle kullanılabilir bir hakkın kullanılmamış olmasından dolayı hakkın 18.11.2009 tarihinden sonraki bir tarihte kullanılamaz hale gelmesi söz konusu olmaktadır. (Kararın mefhumu muhalifinden çıkan sonuç.)

Bu kapsamda;

-Eski bir tapu kaydının kadastro sırasında uygulanmayarak taşınmazın başka kişiler adına tapuya tescil edilmiş olması halinde,
-Bir taşınmazın kadastro tespiti üzerine kişiler adına tapuya tescil edilmesinden sonra, taşınmazın kamu idareleri tarafından orman, mera, yol, vs. olduğu iddiasıyla tapu iptali ve tescil davası yoluyla kişilerin mülkiyetinden çıkarılması halinde,
-Hatta 18.11.2009 tarihinden önce bu yönde açılmış ve kaybedilmiş davaların yeniden ihya edilmesi için

Bu karar uygulanabilecektir.

Değerlendirme :

-Anayasa Mahkemesi’nde bireysel başvurular hakkında karar vermekle görevli üç üyeden oluşan Bölüm tarafından değil, 17 üyeden oluşan Genel Kurul tarafından ve oybirliği ile alınmış bir karardır. Bu durum Anayasa Mahkemesi’nin kararlılığını ve dolayısıyla kararın gücünü ortaya çıkarmaktadır.
-Mülkiyet hakkını ilgilendiren zamanaşımı sorununun doğurduğu insan hakları ihlallerinin nispeten giderilmesini sağlayacak olup hukuk sistemimizi insan haklarının korunması açısından geliştirmiştir.
- Bununla birlikte asıl sorun Yargıtay’ın yorum yoluyla bu davaların Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı süresine tabi olduğunu kabul etmesidir. Çünkü Türk Medeni Kanunu diğer bir çok konuda hak düşürücü süreler ile zamanaşımı sürelerine yer vermiş iken, bu dava için bir zamanaşımı süresi öngörmemiştir. Yargıtay’ın bu yorumu, mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliğine aykırı olduğu halde Anayasa Mahkemesi’nin konuyu bu açıdan ele almamış ve değerlendirmemiş olması kararın zayıf yönünü teşkil etmektedir.

Kaynak: İstanbul Barolar Dergisi